Avşa’da, “Avşa Karası Üzümü ve şarabı” konusunda gerçekleşen çalıştaya Marmara İlçe Tarım ve Orman Müdürü Elif Aslan’ın konuşması da damga vurdu.
Aslan, Marmara ve Avşa adalarının tarihi geçmişiyle ilgili yaşanmış bir olayı mitolojik öykü olarak dile getirdi.
Konuşmasına, Zülfü Livaneli’nin, “Kara kışın buzu bile sürmedi sonsuza kadar/Bahara döndü sonunda, filiz sürdü kar altından/Umudunu kesme yurdundan…” dizeleriyle başlayan Aslan, şunları aktardı:
“Annem diyerek koştu Ada, annesine. Sarıldılar. ikisi de uzun boylu, zarif kadınlardı. Anne kadın, ‘Sen de kadın olmuşsun’ bakışı attı. Yüzünde tatlı bir gülüşle ellerinden tutup onu etrafında çevirirken, dans ediyor gibi görünüyorlardı. Çevreden tanıyanlar gülüştü, el çırptı, göz aydınlığı dilediler.
Neredeyse adanın tamamı hısım-akraba sayılırdı. Yabancıların gelme mevsimi başlamamıştı henüz.
Ada, heyecanla annesine, uçakta tanıştığı, tatil için Marmara’ya gelen Ukraynalı çiftten bahsetmeye başladı.
‘Adam, coğrafya uzmanıymış ve ne dedi biliyor musun anne? Dünyanın en küçük denizindeki en büyük ada. Bunu biliyor muydun? Tatile gitmek için her yıl yeni ve farklı bir yer ararlarmış. Antik çağlardan beri mermer çıkarılan ve adını adaya ve denize de veren Marmara’yı böyle keşfetmişler. O kadar şaşırdım ki anne. Beni oraya da götürmeni istiyorum. Sanırım çocukluğumdan beri gitmedik. Ulu çınarlarının altında karadut dondurması yememiz gerekmiyor mu yeniden?’
Tabii dedi anne kadın, kızına bir kez daha sarılıp çantasını alarak yürürlerken, tam bulundukları yer, iskelenin karşılarındaki yol boyunca uzanıp, üzüm heykeline doğru giden, bir zamanlar babaanne kadının babasına ait olan mağazayı(eskiler, şaraphaneye mağaza derler) anlatmaya başladı. Uzaktan bakınca dev bir arı kovanına benzetilebilirmiş pekâlâ. Hele bağ bozumu zamanı havuzların üstüne kalaslar kurulur, sırtlarında küfeleriyle üzüm getiren adamlar dikkatle kalaslara tırmanır ve havuzlara boşaltırlarmış yüklerini. Üzüm taşıyan adamların ardı arkası kesilmez, çoğunlukla içeride yer kalmaz sırası gelen içeri girmek için bekleşirken bütün sokak üzüm küfeleriyle dolarmış. Yaza girerken boşalan fıçılar boş kaldığında kurur, temizlenmeden önce yuvarlanarak denize atılırmış. Yabancı biri pekâlâ deprem oluyor veya savaş çıktı falan sanabilirmiş, fıçıların gümbürtülerinden. Ama adalılar için bir ürpertiyle birlikte artık yazın gelmekte olduğunun habercisiymiş bu gürültüler. Ada halkı toptan bir temizliğe başlar, evlerini temizleyip badana yapar, pansiyonculuk için hazırlanırmış.
O yıllarda adada iskele yok, her yer kumsal…Zeytinlik yok denecek kadar az ve adanın her dağı, tepesi asma bağı ve kayısı ağaçları gibi meyve bahçeleriyle doluymuş. Babaanne kadın anlatırmış, yumruk gibi kayısılar, kasa kasa sanki altın yüklü sandıklar gibi gidermiş mevsiminde İstanbul’a.
İkisi de sahilden, araç yolunun sonlarına doğru baktılar. Dondurmacılara, lokantalara, pastanelere ve marketlere…Sonra yönlerini camiye doğru çevirip yürüdüler. Camiyi geçer geçmez, ‘Burası da babaanne kadının kurduğu mağazaydı’ dedi. Önceleri bakkal dükkânları varmış, tam şurada. Bir gün, kocasına, ‘Ömer efendi, gel seninle bir şaraphane yapalım. Benim babam güzel şarap yapardı. İyi kazanırdı. Biz de yaparız’ demiş.
O zamanla, bir yer çeviriyorsun, sonra senin oluyor. Şimdiki gibi tapusu, kadastrosu yok tabii…Buradan da sahile uzanan mağaza böylece kuruluyor. Ömer efendi hep hasta. Yaşça da büyük babaanne kadından. Babaanne kadın, eşini mağazaya getirir, sandalyesine oturtur, kapı önüne kocaman kazanlar kurar, suları kaynatır ve tek tek girip kocaman küplerin içine, her bir ahşabını tek tek raspalarmış, fırçalarmış.
Başkasına asla güvenmezmiş bu konuda, ‘Benim gibi yapamazlar. Mikrop bırakırlar, bozarlar şarabımı’ dermiş. İşi bitince de fıçıların içinde kükürt yakarmış, asit olmasın diye. ‘Kükürt, asidi alır’ dermiş.
Ada, şaşkınlıkla özlemle, memleket hasretiyle dolu yüreğini açmış anne kadını dinlerken. Bir yandan da gelip geçenlerin ‘hoş geldin’lerine, ‘nasılsın’larına, ‘okul bitti mi?’lerine cevap yetiştiremeyince anne kadın, ‘Gel, seninle şurada, sahilde bir çay içelim’ dedi, ‘Henüz insan seli sahili basmamışken…Babaanne kadın, şarap küplerini buradan denize salarmış’ dedi, sahile doğru uzattığı ayağını sıcacık kumlarda gezdirerek. Küpler, denize doğru yüzdürülür, çalışanlardan bazıları da küplerle birlikte açılır, babaanne kadın, kendini de bir tekne ile zamanın çektirmelerine bırakırmış. (Çektirmeler, o yılların motorsuz, kürekle ve yelkenlerle kullanılan büyük yük gemileri)
Ada, çok şaşırmıştı. Şimdi bile annesinin ne kadar büyük zorluklarla eril bir piyasada mücadele verdiğini bildiğinden, duydukları onu sarsıyordu. ‘Babaanne kadın nasıl yapmış bunca şeyi?’ dedi, annesine. ‘Bu kadarla kalsa iyi’ dedi ve güçlü bir kadının torunu olmanın rahatlatıcı nefesini içine çekip devam etti, anne kadın. ‘İstanbul’da Rumlara satarmış şaraplarını Mimikilere, Alikilere…Hep onlara şarap götürürmüş ve çok beğenirlermiş bu minyon, güler yüzlü Türk kadınını ve hayretle sorarlarmış, kadın halinle bunları nasıl yapıyorsun?’ diye.
‘Dahası da var’ dedi. ‘Babam, yani senin deden Adacığım, 12 yaşındayken kocası ölüyor, babaanne kadının. Hiç bocalamıyor, biliyor musun? Kendini işine ve üç çocuğuna veriyor. Derken bir gün de sevda masalı dahil oluyor bu hikâyeye, dönemin okul müdürü beyle. Zamanı, mekânı insanları tek tek ikna edip, birinin
ilkinden üç, diğerinin beş çocuğu giriyorlar küçücük bir eve ve ikinci bir bahar oluyor ömürleri.’
Evinde, ocakta yemeği, şaraphanede üzümleri, kaynarmış fokur fokur. Dikiş makinesi tıkır tıkır…
Anne kadın, ‘Ben’ dedi, ‘Onu ilerlemiş yaşına rağmen en eski alışkanlığıyla evini süpürüp, mahalleye, kapı önünü, oradan cami önünü, oradan da takıcıların önünü süpürürken hatırlarım hep. Bir de lodos vakti. Bizim şimdiki şaraphaneye.’ ‘Aman şaraplar taşmasın. Siz bilmezsiniz lodos ne menem bir şeydir. Gözlerim kanlandı, nefesim daraldı, lodos yapacak dedim koştum’ diyerek tek tek kontrol eder, gereken şarapları hemen aktarmaya alırdı, iyice küçülmüş bedeninden ve yaşından beklenmeyecek bir çeviklikte.’
Beraber, şaraphaneye geçtiler. Geçen yıl, anne kadının özenle yaptığı şaraplardan tatmak için sabırsızlanıyordu, Ada. Anne kadın, güzel de bir masa kurmuştu. Kızı için önceden toplanıp saklanmış ada otlarından zeytinyağlı mezeler, keçi peyniri, lakerlar açılmış, son olarak da peynirli patlıcanları kızgın yağda coslatıp getirmişti ki, ilk kadehi kaldırdılar. Kadehteki şarabın rengi, kokusu, genizde aroması…
‘Biliyor musun?’ dedi, anne kadın. ‘Bu sektör bu kadar zor ama en iyi şarap da, kum ve çakıllı topraklarda yetişir. Şarap, bağda yapılır asıl. Suyu alabilmek için asma çok çaba harcar. Bu da kaliteli meyve vermesini sağlar.’
Ada, en temel şeyi merak ettiğini fark etti. Peki, ilk kez nasıl olmuş yani bu bağcılık, bu şarapçılık Avşa’da?
‘Manastır Koyu var biliyorsun. Çocukken çok severdin sen de orayı. İşte orası, Bizans İmparatorluğu döneminde sürgün yeri olarak kullanılırmış. Buradaki papazların adada buldukları birkaç üzüm çekirdeğiyle üzüm yetiştirmeye başladıkları, adada bağcılığı ve sonra da şarap yapımını başlatan kişiler oldukları söyleniyor. Fener Adası’na giden tarihi deniz altı tünelini biliyor musun?’
‘Daha ilginci yavrucuğum. Rumlar zamanında 20’yi aşan şaraphaneden babamın zamanından 5 firma kalmıştı. Bunların da başlarında kadın bulunan 3’ü ancak yaşıyor şu anda.”
Ada, küçük bir yudum daha aldı ve ağzında çevirdi. İçinde huzurlu bir kavrayış filizlendi. Bu içtiği, içebileceği her yudumun ardında, bağlarda verilen muazzam bir emek vardı. Şarap, doğanın, bilimin, sanatın ve insan emeğinin büyülü bir karışımıydı.”
Haber : Önder Balıkçı